Ercan Kesal: Ülke neşesini kaybetti, asıl mesele bu…

Ercan Kesal, “Bu topraklarda keder hiç eksik olmadı. Her zaman zordu itiraz etmek, değişim talep etmek, mazlumun yanında durmak. Ama hep bir neşeyle yapardık bunu. Şimdiki temel mesele: ülke neşesini kaybetti” diyor.

HİLAL KÖSE

Doktor, yazar, senarist, oyuncu ve yönetmen Ercan Kesal, son kitabı “Cebimdeki Ekmek Kırıntıları” ile okurlarıyla buluştu. Gazeteci, yazar Yenal Bilgici’nin nehir söyleşi olarak hazırladığı kitap, Kronik Kitap’tan çıkalı henüz bir ay oldu. Kesal’ın okurlarının çok iyi bildiği, kendine has samimi üslubu bu kitapta da oldukça belirgin. Yenal Bilgici, hem Kesal’ın yaşamının dönüm noktalarını, hem de hikaye dünyasının zenginliğini ve kaynağını bilinmeyen taraflarıyla ortaya çıkarmış. Doktorluk anıları inanılmaz, kitaplarla kurduğu bağ gerçekten ufuk açıcı. Okumalarını nasıl yapıyor, hangi sinemacılardan ilham alıyor, seçim yaklaştıkça anket çalışmalarının radarına giren Z kuşağı hakkında ne düşünüyor, ülkenin eğitim ve sağlık sistemiyle ilgili değerlendirmeleri, oğluyla ilişkisi gibi ilgi çekici başlıklar var. En önemlisi, Kesal, ‘bir ömür nasıl yaşanır’ın uç bir örneği olarak bütün gerçekliğiyle kendini ortaya koyuyor. Tatlı tatlı anlatıyor ama bazı yerlerde sarsıyor hemen arkasından da elinizi tutup kaldırıyor, doktorluğu elden bırakmıyor yani… Biz de kitaptan yola çıkıp, keyifli bir söyleşiye imza attık.

– Sizi güzelce konuşturan Yenal Bilgici’yi kutlarım öncelikle… Nasıl karar verdiniz bu kitapta buluşmaya?

Yenal Bilgici’yle eskiye dayanan bir tanışıklığımız vardır. Hürriyet gazetesinde çalışırken benimle bir vesileyle uzun bir röportaj yapmıştı. Epey de ses getirmişti o konuşma. Oradan başlayan bir dostluk. Yenal sonra ailesiyle Amsterdam’a yerleşti. 2020 yılında, pandeminin yeni konuşulduğu aylarda Nasipse Adayız filmim Rotterdam Film Festivali’ne seçilmişti. Yenal’ı arayarak filme davet ettim, geldi. Galadan sonra Amsterdam’a gittik, onlarda kaldım. O günlerde Yenal, İlber Ortaylı’yla bir nehir söyleşi yapmış ve çok popüler olmuştu. Yayınevi benzer bir çalışma istemiş Yenal’dan, o da benimle yapmayı önermiş. Teklifi iletti, kabul ettim. Pandemiyle birlikte biz ailecek Urla’daki evimizde kalırken bu kez Yenal bizim eve geldi. Günlerce konuştuk Urla’da. O sürekli kaydetti. Sonra üzerinde küçük düzeltmeler yaptık ve ortaya bu kitap çıktı.

Ercan Kesal, ATV’de yayınlanan ‘Aldatmak’ dizisinde avukat Ali Sezai Okuyan rolünde… Kitap söyleşilerinin birinde, dijital mecralar için yazdığı iki senaryo içini gelecek yıl sete çıkmayı planladığını söyledi. İkinci filminin çekimlerine de bu yıl sonunda başlayacak.

HİKAYESİZLİK YARALAYICI

– Kitabı okurken, şunu düşündüm, ‘bir ömür nasıl yaşanır’ sorusunun ya da sorununun peşinde olan varsa bu kitabı mutlaka okumalı. Henüz okumayanlar için sormam gerek, bir ömür nasıl yaşanmalı sizce? İnsanın böyle bir derdi olmalı mı ya da? Misal 40 yaşına kadar böyle bir soru sorulmamışsa geç mi kalınmış demektir?
Üzülmeye ya da telaş etmeye gerek yok. Çünkü her zaman geç kalmakla malulüz, hep gecikeceğiz zaten! İnsan yaşadıklarının ayırdına sonradan varabiliyor. Başımıza gelenleri, niye öyle davrandığımızı ve sonuçlarını ancak üzerinden bir süre geçtikten sonra kavrayabiliyoruz. Çoğu zaman iş işten geçmiş de olabiliyor. Çok sonra fark edebildiğimiz epiphany (aydınlanma) anları gibi. Epifaninin Tanrı’nın insan suretinde parlaması olduğu söylenir. Yani bir şey yaşıyorsunuz ve aydınlanıyorsunuz ama o şeyi çok sonra kavrayabiliyorsunuz. Bu aydınlanma hali çok basit bir eylem de olabiliyor. Mutlaka çok farklı, değiştirici ve dönüştürücü bir şey olmasına gerek yok. Niye nasıl olduğunu bilmeden yaşadığımız aydınlanmalar.
Bu yüzden sorunun cevabını vermek biraz zor. Ama hep bir anlam arayışında olduğumuz aşikar. Kitabın girişinde de yazdığım gibi galiba aslolan bu yolculuğun kendisi. Anlam arayışını ve bitmeyen sorularımızı sorarak sürdürdüğümüz bir yolculuk! Vuslat değil yani, seyahat önemli. Bu arada başımıza gelenler elbette. Ama, hikayenin olması elzem diye düşünüyorum. Hikayesi olmamak daha acı ve yaralayıcı çünkü.

ELİMDEN BAŞKASI GELMİYOR!

-‘Kendime, dışardan tanımaya çalıştığım bir adam gibi bakıyorum, didikliyorum…’ diyorsunuz. Derdiniz kendinizle ama insanlarla de iç içesiniz. Entelektüel başkaları gibi ‘ulaşılmaz’ değilsiniz. Bence sizi özel kılan şeylerden biri de bu. İnsanlar başları dara düşünce ilk sizi arıyor, bu durum iyi mi, kötü mü, yorucu mu?

Elimden başkası gelmiyor. Meşrebim bu. Belli ki bu bana iyi gelen de bir şey, yoksa niye ısrar edeyim böyle davranmakta. Öncelikle şundan katiyetle eminim; kendi hikayesinin farkında olmayan birisi bir başkasının hikayesini anlatamaz. Sinema sektöründeki işim yazmak, oynamak ve çekmek. Yazarlık oyunculuk ya da yönetmenlik için mutlak olan şey birinin ya da birilerinin hikayesini anlatmak ve o dünyaya seyircinizi ya da okurunuzu inandırmaksa bu hikayeyi tüm samimiyetimle ve öylece anlatabilmek için kendi hikâyemden yola çıkmam lazım. Yanmış birinin acısını ancak kendisi de bir zamanlar yanmış olan anlar ve anlatır. Ayrıca, bütün yaratıcı sanat dallarının yaratıcısına vadettiği bir iktidar vardır. Ben baştan vazgeçtim bu ayrıcalıktan ve belki de hiç talep etmedim. Samimiyet ve ilk akla gelen adam olma sebebim bu tercihtendir. Bu durum yorucu elbette am iyi bir yorgunluk.

– Çocukluğunuzdan itibaren, üniversite yıllarınızda kitaplar hep hayatınızda başrolde. Kitaplara sığınıyorsunuz. Bugünün çocuğu tablete doğuyor, gençler iki üç cümle yazarken bile, üç beş harfle yetiniyor. Ne düşünüyorsunuz bu kalemden, kitaptan, yazıdan uzaklaşma konusunda?

Hayal kırıklığı elbette. Çokça da çaresizlik ve ümitsizlik. Lakin bu halin başka bir şeye evrileceğine, bizlere yeni bir kapı açacağına da inanıyorum doğrusu. Tarz değişecektir. Üslup değişecektir. Belki çok daha başka bir yoldan tüm bu hafıza başka bir yerde daha verimli kullanılmak üzere aktarılacaktır.

ONLARIN BARIŞÇI RUHUNA GÜVENİYORUM

– Yenal, ‘gençlere baktığınızda ne görüyorsunuz’ demiş, ona verdiğiniz yanıt çok çarpıcı, çok dokundu bana… ‘Dışarda kalma hissi’nden söz ediyorsunuz, ‘Yeryüzünün bir parçası oldukları duygusundan men edilmişler’ diyorsunuz. Gerçekten de çok acı verici değil mi? Bu yolun sonu nereye gidiyor?

Kendi oğlumdan ve onunla akran arkadaşlarından yola çıkarak söyledim öncelikle. Sonra elbette yaptığım söyleşi ve okul konuşmalarından çıkardığım bir sonuç. O kadar içim kırılarak izliyorum ki onları. Çok yalnızlar ve çaresizler. Dünyada olan biten her şeyin dışında kalmışlar sanki. Her şey onlara göre, onlar için ama onların dışında. Bir şiirdeki gibi: “Dünya senin, ama sen dünyaya ilişme!”

Yeni dünya düzenine karşı o kadar naif bir yede duruyorlar ki üstelik. Küçücük bir örnek: Oğlum skoteer ya da motosiklet kullanmayı seviyor. Telefonundaki bir uygulamayla yapıyor bunu. Geçenlerde resmi bir yazı gelmiş telefonuna, bir mobileti yanlış park ettiği için ciddi bir ceza yazmışlar. Panikle beni aradı. Ben de cezayı ödememiz gerektiğini falan söyleyince: ‘Özür dilesem baba, ne dersin! Özür dilersem ceza kesmezler eminim.’ Enteresan bir saflıkları da var. En çok da onların bu saf ve barışçı ruhlarına güveniyorum.

İTİRAZ ETMEK HEP ZORDU

– Mülteci krizi, seçim, ekonomik kriz, eğitimdeki çöküş… Hepsine baktığınızda yakın gelecek sizi korkutuyor mu? Ülkeden ayrılmayı düşündüğünüz oldu mu?

1959 doğumluyum. Yeterince yaşlıyım. 80 darbesi öncesi iç savaş koşullarında geçti gençliğim. Bi parça şerbetliyim sanki. Bu dönemin asıl sıkıntısı, o günlerde dahi kaybetmediğimiz coşku ve umudun yerini depresyona bırakmış olması. Bu topraklarda keder hiç eksik olmadı. Göçler, savaşlar, çatışmalar, katliamlar, politik belirsizlikler, ekonomik altüst oluşlar; hep vardı. Her zaman zordu itiraz etmek, değişim talep etmek, mazlumun yanında durmak. Ama hep bir neşeyle yapardık bunu. Şimdiki temel mesele: ülke neşesini kaybetti. Bu da çok katlanılmaz bir şey olarak dayatıyor kendisini. Ülkeden ayrılmayı hiç düşünmedim. Başka ülkelerde dönem dönem yaşamayı hâlâ düşünmekteyim ama ülkeden göç etmeyi falan hiç düşünmedim. Bu coğrafyaya aşığım. Ama yeryüzü de benim. Dünyanın bir parçasıyım ben.

GİDENLERİN DÖNECEĞİNE İNANIYORUM

– Bir yandan da doktorlar ülkeyi terk ediyor, siz o camianın bir parçası olarak, bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Gidenler geri gelir mi?

Son 30-40 yıldır sistemin değişim ve dönüşümünden en çok etkilen meslek grubuyuz herhalde. Zorlu ve özverili bir eğitim sürecinin sonunda yaşanan hayal kırıklığı daha travmatik sonuçlara yol açtı. Hekimler hiç hak etmedikleri bir sonuçla karşı karşıya kaldıklarını düşünüyorlar. Düğme baştan yanlış iliklendi sağlık politikasında. Hastalar da gönüllü destekçisi yapıldılar. Sağlıklı yaşam hakkı insanlar için bir hak değil; fiyatı olan, alınır satılır bir “hizmet” haline dönüştü. Paran kadar alabileceğin bir hizmet! Sağlık adeta insansızlaştırıldı. Sağlık sistemi bir pazar, hastaneler işletme, hastalar müşteri, ilaç da ürün olunca, hekime de ister istemez satış elemanı muamelesi layık görülüyor, ne yazık ki. Meslek olarak bunu kabullenebilecek bir gelenekten gelmiyoruz. Çatışma kaçınılmaz oldu bu yüzden. Gidenlerin bir süre sonra daha donanımlı ve yetkin bir biçimde döneceklerine inanıyorum.

SELALARI DİNLERDİM!

– Kitapta doktorluk anılarınız da var, pek bilinmeyen hikâyeler ve de çok eğlenceli. ‘İlaçların hastayı öldüreceğini düşünüyordum’ demişsiniz. O yıllarda başınıza gelen en garip şeylerden birini paylaşır mısınız bizimle?

O kadar çok ki. Mecburi hizmetin ilk yılları her meslektaşım için benzer hikayelerle geçer. Keskin Devlet Hastanesi’nde çalışırken poliklinikte muayene ettiğim hastaların çoğu kasabaya bağlı köylerden gelirdi. İsimlerini bir kenara yazar, ertesi hafta pazar yerinde o köyden gelen muhtarı falan bulup hastalarımı sorardım. ‘’İyi kalpli, hassas doktor ‘’gibi algılanan bu tavrın arkasında hastasına ne olduğu kaygısıyla baş edemeyen bir doktor vardı halbuki. Bir de kasabanın camisinden okunan selaları dinlerdim dikkatlice, hastalarımdan biri mi öldü acaba diye!
– ‘Yaptıklarımız ve yapmadıklarımız, her şey birbirine bağlı…’ Yine kitaptan alıntıladığım bu sözünüz çok anlamlı, bu çağda sık sık hatırlamak hatırlatmak gerek sanırım. Sizce insanlar böyle bir farkındalığa nasıl ulaşır/ulaşabilir mi?

Daha önce verdiğim bir cevabı tekrarlayacağım: Toprağı, havayı, suyu ve tüm kaynakları üretim uğruna acımasızca kirleten ve yok eden bir çağdayız. Üretim tüketimi, o da daha fazla üretimi kamçılıyor. Kısır bir döngünün içindeyiz ve bu durum toplumlara “insanlık dışı bir varoluş’’ dayatıyor. Ama, herkesin yaşanan her şeyle ilgili sorumluluğu var. Susmak, itiraz etmemek, görmezden gelmek bile yeterince suçlu olduğumuzu gösterir. Yok saymak, karşı çıkmamak, sessizce izlemek çağın hastalığı. İnsanların uğruna acımasızca kavgaya tutuştukları sorunlar din, dil, ırk, sınır, mezhep gibi kavramlar olmamalı.

Sorumluluklarımızı fark etmeli ve itiraz etmekten çekinmemeliyiz.

SİNEMA YÖNETMEN SANATIDIR

– Anladığım bütün yapıp ettiklerinizin içinde yönetmenlik zirvede… Neden?

Yönetmen dünya kuran insandır. Bu yüzden sinema esasında bir yönetmen sanatıdır. Senaristlik de oyunculuk da ve diğer unsurların hepsi yönetmenin tahayyül ettiği o dünyanın kurulmasına hizmet etmekle mükelleftirler. Yönetmen istediği için oradadırlar. Kameranın arkası bu yüzden çok çekici geliyor. Yazarken ve oynarken her seferinde yönünüz çevirdiğiniz insan yönetmendir. Yazdığınız senaryo yönetmen için setteki bir kılavuzdur, istediği gibi keser biçer, değiştirir, ekler. Oyunculuk için de benzer şeyleri söyleyebilirim. Yönetmenin enstrümanından başkası değilsiniz. Kendi kendinizi yönetmeye kalkışırsanız hem kendiniz hem de film için iyi olmaz.

– En kötü şeyleri bile keyifle dinleyeceğimiz bir anlatıya dönüştürüyorsunuz, bunu bu kitapta da gördüm. Hiç öfkeleniyor musunuz sahi merak ediyorum? Nasıl bir sakinlik bu sizinki, çünkü değiştirme, dönüştürme, paylaşma derdiniz de var.

O kadar emin olma (gülüyor)! Yaşlılığın böyle bir faydası var ama. Terbiye oluyorsunuz ister istemez. Öfke baldan tatlı ama ona rağmen başka türlü davranmayı becerebilmek de iyi bir şey.

SIRTTAN DÜĞMELİ CEKETLER GİYELİM!

– Son olarak, madem hayat bir öğrenmeler manzumesi ve insan hep bir anlam arayışında… Bir hekim ve sinemacı gözüyle baktığınızda bugünün insanını en büyük handikapları nedir sizce? Siz doktorlar dersiniz ya, ilk 24 saat kritik, bunu atlatırsa iyileşecek… Nedir bizi iyileştirecek olan?

Belki şu sıralar daha yakıcı hissediyoruz ama sadece bugünlerde değil, her zaman; üstelik sadece bizlerin değil, tüm yeryüzünün ihtiyacı olan şeyin ‘diğerkâmlık’ olduğunu düşünüyorum. Bu sorunun benzerini antropoloji doktora programına giriş sınavında da sormuşlardı. Orada verdiğim cevabın içinden birkaç cümle alacağım: “Sahip olduklarımızın başkalarının da işine yarayabileceği bir büyük sofradır yeryüzü. Sonuna kadar tüketip bitirmek yerine, ihtiyacımız kadarını alıp, geriye kalanını bizden sonrakilere bırakabileceğimiz bir hayat, mümkün. Saint Simon’un öğrencileri, insanların birbirlerine muhtaç olduklarını göstermek için düğmeleri sırtında olan ceketler giyerlermiş. Sırttan düğmeli ceketler giyelim ve içinde sadece akıl, ahlak, vicdan ve adalet geçen cümleler kuralım. İhtiyacımız olan bu.